13 Eylül 2014 Cumartesi

Tanpınar'ın Saray İstiaresi

Aynı yazının devamında Tanpınar, saray istiaresi etrafında teşekkül eden bu sevgili tipinin bir portresini çıkarır. Tanpınar'ın çizdiği portrede hareket noktası Namık Kemal'dir. Çünkü Tanpınar'dan altmış beş yıl evvel Namık Kemal, eski şiirin bu uslanmaz yıkıcısı, Celâleddin Harzemşah adlı tiyatro eserinin "Mukaddimesi"nde –galiba kendisi de bütün silâhlarını kuşanarak– eski edebiyatımızdan karikatürize edilmiş bir sevgili tipi çıkarır. Ona göre divanlarımızdan biri okunduğu vakit insan kendini devler, gulyabaniler ülkesinde zanneder. Zira bu hayaller göz önünde canlandırıldığında etraf; boyu serviden uzun, beli kıldan ince, ağzı zerreden ufak, kılıç kaşlı, kargı kirpikli, geyik gözlü, yılan saçlı sevgililerle dolar.
Namık Kemal bu çok acımasız yaklaşımıyla muhteşem bir tecahül–i ârifane içindedir elbet. Benzeyenle benzetilen arasındaki ilişkiyi sağlayan "üçüncü çizgi"yi ihmal etmekte, şairin tasavvurlarını oluşturan kelimeleri lügat anlamıyla değerlendirmektedir. Yoksa, Nihat Sami Banarlı'nın yaklaşımıyla "Karacaahmed servilerini bütün siyah renkleri, diken gibi yaprakları ve heyûlâ boylarıyla hatırlatacak" bir sevgiliye "altı asır şiir söyleyecek şaire hele Türk edebiyatında nasıl rastlanırdı?"
Banarlı'nın "üçüncü çizgi" üzerindeki teorik dikkati bir yana, Tanpınar, eski şiirimizde çizilen ve Namık Kemal'in karikatürize ettiği sevgili tipini "arkadaki hayat"a dikkat ederek değerlendirmektedir. Çünkü sanat ve edebiyat tezahürlerini arkadaki hayatı göz ardı ederek izah etmek mümkün değildir.
Tanpınar'a göre, "Eski şiirimizde aşk, sosyal rejimin ferdî hayata aksi olan bir kulluktur." Öyle ki bütün bu av, savaş, silâh ve hükümdar etrafında teşekkül eden imajların görsel karşılıkları yerli yerine koyulsaydı, Namık Kemal, "herhangi bir Şark ressamında gördüğümüz zarif, baştan aşağı silâhlı, avcı ve muharip hükümdar minyatürlerinden birini kendiliğinden elde ederdi."
Sadece divan edebiyatında değil, eski hayatımızın beslediği her türlü şiirde, bu arada bütün realizmine rağmen halk edebiyatında da, karşımıza kan dökücü, yok edici, faydadan çok zarar verici, pür–silâh bir sevgili tipi çıkmaktadır. Kendi saltanatı, savaş kuralları ve katı değer ölçüleri içinde; vurmaya, kan akıtmaya, öldürmeye hazır bu sevgili, bir sevgiliden çok bir felâkete, bir belâya benzemektedir.
Dahası, aşktan çok bir savaşa benzeyen bu ilişkide taraflar eşit şartlar altında mücadele etmemektedirler. Zira bir taraf (şairin tarafı) yenilgiyi baştan ve gönüllü kabul etmiştir. Üstelik zaferini o yenilgi ile izah etmekte, yenildikçe yenmekte, öldükçe var olmaktadır. Başka türlü, üç kimliğiyle, hem bir şair (Muhıbbi), hem bir âşık (Hurrem'in hem kocası hem sevgilisi) ve hem de döneminin saltanatlar hiyerarşisinde ilk sırada yer alan cihan padişahının (Kanuni Sultan Süleyman) şu muhteşem aczi nasıl izah olunabilir ki:
Ölürsem boynuna kaanım meded hey nâ–müselmânım
Bilincinin bir yerinde açık veya gizlice, ordu–millet miti yatan bir milletten başka türlü âşık olması da beklenemezdi herhalde. Hayata nasıl baktığımızı ve hayatı nasıl gördüğümüzü kullandığımız kelimeler ve benzetmeler belirler çünkü. Çünkü kelimeler ve imajlar hayattan gelir yine hayata giderler.
Bitirirken, psikoanalitik ve sosyolojik yorumlar bir yana. Kimbilir, yazma eylemi itibariyle asırlarca şiirden uzak kalan bir kadın varlığı lehine, hiç olmazsa şiir/şuur düzleminde kurulan ilâhi bir denge, hadi o şiirin hamasî terminolojisiyle terennüm edelim, fevkalâde bir intikam mıdır bu? Şiirin sahası da herhangi bir savaş alanından daha az etkin değilse tabii.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder